Sahil o sabah her zamankinden daha sakindi. Dalgalar, sanki şehrin gürültüsünü kıskanmış gibi usulca kıyıya vuruyor; kumların üzerinde ince bir çizgi gibi kayboluyordu. Yürürken önümde, kumsalın beyazlığına düşen minik ayak izleri fark ettim. Bir çocuk ilerliyordu. Küçüktü; ama sanki dünyanın ağırlığını taşıyormuş gibi dikkatli adımlarla yürüyordu.
Her birkaç adımda bir duruyor, başını hafifçe geriye çeviriyordu.
Soru hep aynıydı:
“Oradalar mı?”
Gözleri anne ve babasını bulduğu an, sanki göğsünün tam ortasında bir kapı açılıyordu. İçeriden bir ışık çıkıyor, adımlarını yeniden cesaretle dolduruyordu. Çocuğun yürüyüşünü izlerken fark ettim; o an, insanın çocukluğundan ömür boyu taşıdığı bir hakikate tanıklık ediyordum:
İnsan, yönünü en çok karanlık bastığında değil, en çok baktığını bulduğunda kaybetmez.
Kuzey yıldızı belki gökyüzündeydi ama o sabah çocuk için yerdeydi; iki yetişkinin sessiz varlığında. Yıllar önce denizcilerin göklerde aradığı o sabit ışığın, bugün hepimizin içinde bir yerlere kazındığını düşündüm. Belki de hayat yolculuğumuz, sadece o yıldızın yerinde durduğuna güvenme çabasıydı.
Bu düşünceyle yürürken, genç birinin bir zamanlar bana söylediklerini hatırladım:
“En zor anlarımda telefonun başında duruyorum. Bir şey soracağım için değil… Arasam açarlar mı diye.”
Bazı cümleler, insanın içine bir anda çöker. Bunu duyduğumda öyle olmuştu. Çünkü bir yetişkinin kırılganlığı, çoğu zaman bir çocuğun unutmamaya direnen kalbinde gizlidir. Ne yaşarsak yaşayalım, içimizde küçük bir ses hâlâ aynı kaygıyı fısıldıyor: “Benim kuzey yıldızım hâlâ orada mı?”
Belki bu yüzden büyümek, sanıldığı gibi güçlü olmak değil;
bazen sadece, bir yıldızın ışığının hâlâ üzerimize düştüğünü fark etmektir.
Sahildeki çocuk ilerledi, koşmaya başladı. Kuma vuran ayak sesleri inceldi. Arkasına baktı; bir kez daha… Bu kez gülerek. Çünkü emin olmuştu.
Yoluna devam ederken, içimde bir düşünce yankılandı: İnsanın kaderi de bir çocuğun adımlarına benzer; her cesur adımın içinde görünmez bir bakışın güvencesi vardır.
Kuzey yıldızı bazen gökyüzünde görünmez. Bulutlar örter, şehir ışıkları engeller. Ama insanın içinde bir yerde, çocukluğundan beri hiç sönmeyen küçük bir ışık yanar. Bazen bir bakışla, bazen bir sesle, bazen hiç konuşmadan bile…
Ne mutlu, o ışığın kaynağı olabilen anne babalara.
Bir ömür boyunca, bir çocuğun içindeki en derin sığınağa “yön” verebilenlere…
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Ali Nail KILIÇ
Kuzey Yıldızı
KUZEY YILDIZI, HEP ORADA..
Sahil o sabah her zamankinden daha sakindi. Dalgalar, sanki şehrin gürültüsünü kıskanmış gibi usulca kıyıya vuruyor; kumların üzerinde ince bir çizgi gibi kayboluyordu. Yürürken önümde, kumsalın beyazlığına düşen minik ayak izleri fark ettim. Bir çocuk ilerliyordu. Küçüktü; ama sanki dünyanın ağırlığını taşıyormuş gibi dikkatli adımlarla yürüyordu.
Her birkaç adımda bir duruyor, başını hafifçe geriye çeviriyordu.
Soru hep aynıydı:
“Oradalar mı?”
Gözleri anne ve babasını bulduğu an, sanki göğsünün tam ortasında bir kapı açılıyordu. İçeriden bir ışık çıkıyor, adımlarını yeniden cesaretle dolduruyordu. Çocuğun yürüyüşünü izlerken fark ettim; o an, insanın çocukluğundan ömür boyu taşıdığı bir hakikate tanıklık ediyordum:
İnsan, yönünü en çok karanlık bastığında değil, en çok baktığını bulduğunda kaybetmez.
Kuzey yıldızı belki gökyüzündeydi ama o sabah çocuk için yerdeydi; iki yetişkinin sessiz varlığında. Yıllar önce denizcilerin göklerde aradığı o sabit ışığın, bugün hepimizin içinde bir yerlere kazındığını düşündüm. Belki de hayat yolculuğumuz, sadece o yıldızın yerinde durduğuna güvenme çabasıydı.
Bu düşünceyle yürürken, genç birinin bir zamanlar bana söylediklerini hatırladım:
“En zor anlarımda telefonun başında duruyorum. Bir şey soracağım için değil… Arasam açarlar mı diye.”
Bazı cümleler, insanın içine bir anda çöker. Bunu duyduğumda öyle olmuştu. Çünkü bir yetişkinin kırılganlığı, çoğu zaman bir çocuğun unutmamaya direnen kalbinde gizlidir. Ne yaşarsak yaşayalım, içimizde küçük bir ses hâlâ aynı kaygıyı fısıldıyor:
“Benim kuzey yıldızım hâlâ orada mı?”
Belki bu yüzden büyümek, sanıldığı gibi güçlü olmak değil;
bazen sadece, bir yıldızın ışığının hâlâ üzerimize düştüğünü fark etmektir.
Sahildeki çocuk ilerledi, koşmaya başladı. Kuma vuran ayak sesleri inceldi. Arkasına baktı; bir kez daha… Bu kez gülerek. Çünkü emin olmuştu.
Yoluna devam ederken, içimde bir düşünce yankılandı:
İnsanın kaderi de bir çocuğun adımlarına benzer; her cesur adımın içinde görünmez bir bakışın güvencesi vardır.
Kuzey yıldızı bazen gökyüzünde görünmez. Bulutlar örter, şehir ışıkları engeller. Ama insanın içinde bir yerde, çocukluğundan beri hiç sönmeyen küçük bir ışık yanar. Bazen bir bakışla, bazen bir sesle, bazen hiç konuşmadan bile…
Ne mutlu, o ışığın kaynağı olabilen anne babalara.
Bir ömür boyunca, bir çocuğun içindeki en derin sığınağa “yön” verebilenlere…