Antalya artık turizm anlayışını kökten gözden geçirmek zorunda. Çünkü yıllardır süregelen “büyüme” hırsı, bugün bizi hem ekonomik hem de kültürel olarak bir çıkmaza sürüklüyor. Plansızca yükselen beş yıldızlı oteller, betonla kaplanan koylar, kopyala–yapıştır mimariler… Tüm bunlar bir zamanlar doğanın, tarihin ve yerel yaşamın iç içe olduğu o turizm ruhunu yavaş yavaş yok ediyor.
Oysa sürdürülebilir turizm demek, doğayı korumakla, kültürü yaşatmakla ve insan ölçeğini unutmamakla mümkündür. Bugün Türkiye’nin birçok bölgesinde, özellikle kıyı şeridinde, “daha büyük otel, daha çok oda” anlayışıyla büyüyen dev yapılar aslında kendi ekonomik tabanlarını da tüketiyor. Çünkü artık turist, sadece güneş ve deniz değil, dokunduğu yerin hikâyesini de arıyor.
Kıyılarımızda, doğamızda ve şehirlerimizin siluetinde aynı tip, birbirinin kopyası dev oteller yükseliyor. Adeta AVM mantığıyla inşa edilen bu yapılar, turizmi ruhsuz bir ticarete dönüştürüyor.
Bugün birçok tatil beldesinde aynı manzarayla karşılaşıyoruz: devasa oteller, sonsuz beton bloklar, kimliksiz mimariler... Her şey bir alışveriş merkezi düzeninde tasarlanmış. Aynı restoran zincirleri, aynı mağazalar, aynı standart oda düzenleri. Oysa turizm, “her yerde aynı deneyimi sunmak” değil, her yerde farklı bir ruhu yaşatmaktır.
Tam da bu nedenle, turizmin geleceği büyük zincirlerde değil, küçük ama karakterli işletmelerde gizli. Butik oteller, köy pansiyonları, doğayla uyumlu ekolojik konaklamalar... İşte bunlar Türkiye’nin gerçek turizm zenginliğini oluşturuyor. Ancak bu işletmelerin çoğu kayıt dışı kalıyor, teşviklerden yararlanamıyor, görünür olamıyor.
Oysa çeşitliliği kayıt altına almak, küçük ve kırsal işletmeleri tanımlamak, desteklemek ve görünür kılmak sürdürülebilirliğin ilk adımıdır. Yerel ürün, yerel mutfak, yerel mimari... Bunlar sadece nostaljik değerler değil, ülke markasının da temel taşlarıdır.
Turizmin ruhunu kaybetmek; bir ülkenin kendine yabancılaşması demektir. Eğer biz, kendi doğamıza, kültürümüze ve emeğimize sahip çıkmazsak, “turizm cenneti” diye övündüğümüz bu topraklar kısa sürede kimliğini yitirir.
Artık yön değiştirme zamanı geldi. Beton değil; hikâye üretelim. Oda sayısını değil; yaşam kalitesini artıralım. Çünkü gerçek turizm, satılan bir hizmet değil, paylaşılan bir değerler bütünüdür.
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Ali Nail KILIÇ
TURİZMİN RUHUNU KAYBEDİYORUZ
TURİZMİN RUHUNU KAYBEDİYORUZ
Antalya artık turizm anlayışını kökten gözden geçirmek zorunda. Çünkü yıllardır süregelen “büyüme” hırsı, bugün bizi hem ekonomik hem de kültürel olarak bir çıkmaza sürüklüyor. Plansızca yükselen beş yıldızlı oteller, betonla kaplanan koylar, kopyala–yapıştır mimariler… Tüm bunlar bir zamanlar doğanın, tarihin ve yerel yaşamın iç içe olduğu o turizm ruhunu yavaş yavaş yok ediyor.
Oysa sürdürülebilir turizm demek, doğayı korumakla, kültürü yaşatmakla ve insan ölçeğini unutmamakla mümkündür. Bugün Türkiye’nin birçok bölgesinde, özellikle kıyı şeridinde, “daha büyük otel, daha çok oda” anlayışıyla büyüyen dev yapılar aslında kendi ekonomik tabanlarını da tüketiyor. Çünkü artık turist, sadece güneş ve deniz değil, dokunduğu yerin hikâyesini de arıyor.
Kıyılarımızda, doğamızda ve şehirlerimizin siluetinde aynı tip, birbirinin kopyası dev oteller yükseliyor. Adeta AVM mantığıyla inşa edilen bu yapılar, turizmi ruhsuz bir ticarete dönüştürüyor.
Bugün birçok tatil beldesinde aynı manzarayla karşılaşıyoruz: devasa oteller, sonsuz beton bloklar, kimliksiz mimariler... Her şey bir alışveriş merkezi düzeninde tasarlanmış. Aynı restoran zincirleri, aynı mağazalar, aynı standart oda düzenleri. Oysa turizm, “her yerde aynı deneyimi sunmak” değil, her yerde farklı bir ruhu yaşatmaktır.
Tam da bu nedenle, turizmin geleceği büyük zincirlerde değil, küçük ama karakterli işletmelerde gizli. Butik oteller, köy pansiyonları, doğayla uyumlu ekolojik konaklamalar... İşte bunlar Türkiye’nin gerçek turizm zenginliğini oluşturuyor. Ancak bu işletmelerin çoğu kayıt dışı kalıyor, teşviklerden yararlanamıyor, görünür olamıyor.
Oysa çeşitliliği kayıt altına almak, küçük ve kırsal işletmeleri tanımlamak, desteklemek ve görünür kılmak sürdürülebilirliğin ilk adımıdır. Yerel ürün, yerel mutfak, yerel mimari... Bunlar sadece nostaljik değerler değil, ülke markasının da temel taşlarıdır.
Turizmin ruhunu kaybetmek; bir ülkenin kendine yabancılaşması demektir. Eğer biz, kendi doğamıza, kültürümüze ve emeğimize sahip çıkmazsak, “turizm cenneti” diye övündüğümüz bu topraklar kısa sürede kimliğini yitirir.
Artık yön değiştirme zamanı geldi. Beton değil; hikâye üretelim. Oda sayısını değil; yaşam kalitesini artıralım. Çünkü gerçek turizm, satılan bir hizmet değil, paylaşılan bir değerler bütünüdür.